KENDİ İSTEĞİMLE VE BİLİNÇLİ OLARAK VEDA EDİYORUM – Stefan Zweig
KENDİ İSTEĞİMLE VE BİLİNÇLİ OLARAK VEDA EDİYORUM
“Özgür iradem ve açık bir bilinçle bu yaşamdan ayrılırken, son bir sorumluluk yerine getirilmeyi bekliyor: Bana ve işimi yapmama huzurlu bir ortam sunan harika ülke Brezilya’ya içten teşekkürlerimi sunmak. Her yeni günle bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim, ruhsal anavatanım Avrupa kendi kendini yok ettikten ve ana dilimin dünyası yok olduktan sonra, dünyanın hiçbir yerinde hayatımı bu kadar severek yeniden kuramazdım. Ama altmışıncı yaştan sonra tam anlamıyla yeniden başlamak çok özel bir güç gerektiriyor. Ve benim gücüm yıllar süren vatansız yolculuklardan sonra iyice tükendi. Bu nedenle hayatımı doğru zamanda ve doğru bir şekilde sonlandırmamın iyi olacağına inanıyorum. Ki hayatım boyunca tinsel uğraşım en büyük haz kaynağım ve kişisel özgürlüğüm en yüce değerim oldu. Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.
Diyerek sonlandırıyor intihar mektubunu Stefan Zweig. Nedenini bilmiyorum fakat belki de bu kadar cesurca davrandığı için ayrı bir hayranlığım vardır. Hayatı boyunca karamsarlık ve umutsuzluğu sonuna kadar yaşayan bu yazar için böyle bir başlangıç yapmak istedim. Her ne kadar dilini sade bulsam da yazdığı akıcı öykülerle beni kendisine bağlamayı başardı. Beni en çok etkileyen şeylerden biri yaşadığı dönem içerisinde büyük zorluklar çekmiş, kitapları yakılmış fakat buna rağmen yazmaya devam etmiş bir yazar olması.
Zweig içinde büyük bir huzursuzluk olan ve her daim huzuru bulmak isteyen bir yazar. Yazdığı eserlerde de sıklıkla bunu görmekteyiz. Zweig ile tanışmama sebep olan kitap “Satranç”tı . Okuduğum zaman gerçekten etkilenmiştim ve hemen kitap hesabımda yorumunu yazıp paylaşmıştım. Satranç’ta en sevdiğim alıntılardan biri şuydu: Fakat insanoğlu satrancı yalnızca bir oyun olarak adlandırmakla aşağılayıcı bir kısıtlama yapmış olmuyor muydu ? O aynı zamanda bir bilim, bir sanat değil mi? Satrançla ilgili olduğum için bu esere daha farklı bir şekilde yaklaştığımı söylemeden geçemem. Kitabın konusu yalnızlık olmakla birlikte bize bu yalnızlığı nasıl etkili bir biçimde kullanabileceğimizi gösteriyor. Çünkü “yalnızlık insanlara karşı kullanılabilecek en büyük silahtır. Yalnız kaldığınız süre boyunca hayatı ve kendinizi keşfetmeye başlarsınız.” Zweig’ın eserlerinde genellikle psikolojik durumlar, karamsarlık , umut arayışı görüyoruz. Bir başka eseri olan Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’nda ise tüm kitap boyunca o mektubun her satırını ayrı bir dikkatle okumuştum. Özgün adı “ Brief einer Unbekannten” olan bu kitabı ilginç kılan yanlardan biri de ana kahramanlarımızdan olan yazarın, kendisine birçok mektup gelmesine rağmen “Sana beni asla tanımamış olan sana… Bu mektup sana ulaştığında ben hayatta olmayacağım.” Cümleleri ile başlayan mektubu seçip onu okumaya başlaması. Bu kitapta sevdiğim sözlerden biri de“ Ve insanların arasında yalnız kalmaktan daha korkunç bir şey yoktur.” Yine bir yalnızlık teması ve yalnızlığın içindeki psikolojik durum. Zweig’ın en sevdiğim yanlarından biri de durumları psikolojik açıdan çok iyi bir şekilde ele alıyor oluşu. O duyguyu kendimle bağdaştırıp olayı sanki ben yaşıyormuşum gibi hissediyorum çoğu zaman . Herkes bu durumu yaşıyor mu bilmem ama Zweig’ın eserlerini okumaya başladıktan sonra hep daha fazlasını okumak, görmek istedim. Eserlerinde kullandığı dil kimine göre basitti fakat bana göre önemli olan bu değil. Önemli olan eserde anlatmak istediğini okuyucuya geçirebilmek ve ufaktan da olsa okuyucuda bir iz bırakabilmek. Amok Koşucusu adlı eserinde şu hisleri yaşadığımı hatırlıyorum : Bir telaş, karmaşıklık duygusu ve pişmanlık. Amok kelimesini ilk duyduğumda anlamını bilmediğim için biraz araştırmaya karar verdim. Gözü kara, hiddetle saldıran ve öldüren anlamına gelen bu kelime Güneydoğu Asya bölgesinde cinnet hali ifade etmek için kullanılan bir kelimeymiş aslında. Daha sonrasında eseri okumaya başladığımda ve kahramanları tanıdığımda bu esere verilebilecek en iyi isimlerden biriydi bence. Bu eserde anlatılan olay kişinin ihtiyaç anında ona el uzatmanın vicdani yükümlülüğü ile kendi karmaşık duyguları arasında sıkışıp kalmış bir adamın öyküsü. Bu eserde aynı zamanda vicdanın yanı sıra insan hayatının ne kadar önemli olduğunun vurgulandığını da görmekteyiz. Zweig’ın olumsuz bir yanını söylemem gerekirse bence insan daha fazla detaylı ve bu detaylar sayfalara dökülmüş bir şekilde görmek istiyor fakat Zweig genellikle kısa kısa öykülerle çıkıyor karşımıza. Buna örnek olarak Mürebbiye eserini gösterebilirim. Ben bu eseri satın alırken tek bir öyküden oluştuğunu düşünerek satın almıştım. Okumaya başlayınca anladım ki içerisinde dört farklı hikayeyi barındırıyor. Kitap isminin Mürebbiye olması tahminimce ilk öykünün Mürebbiyeleri anlatıyor oluşundan. Mürebbiyenin kelime anlamı ise bir çocuğun eğitim ve bakımıyla görevli olan kadın. Kitapta mürebbiyelerin katı bir ahlak anlayışının kurbanı olması ve aynı zamanda yetişkinlerin gaddarlığıyla tanışmış, onları anlamaya çalışan iki masum çocuğun yaşadıkları anlatılıyor. Anlatılan olay üzücü olduğu kadar aynı zamanda çok derinden etkilemişti beni. Ancak görüyoruz ki yazarımız bu öykü derlemesinde, dönüştürücü deneyimleri sağlam anlatılara dönüştürmekteki ustalığıyla yine insanın kusurlarını, özlemlerini, karşılaştığı engelleyici durumları empatiyle çözümlüyor. Kitaptan sevdiğim bir alıntı ise şudur : “Gerçi ben anılara inanmam! Yaşananlar, bizi terk ettikleri saniyede yaşanmış, bitmiştir.” Son kısımlara gelecek olursak yazımdan da anlaşıldığı üzere Zweig’ın kitaplarını severek ve keyif alarak okuyorum. Bazen acaba biraz daha uzun mu olsaydı hikayeler ? Diye düşünsem de onun farklı bir yanını yansıttığını düşünüyorum. Hedeflerimden biri onun bütün eserlerini okumak. Daha fazla okumak ve anlamak. Umarım herkesin bir gün yolunun kesiştiği bir yazar olur Stefan Zweig. Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar. Keyifli Okumalar…